6 Ocak 2010 Çarşamba

so so

Bazen dünyayı ince bir sis duvarının arkasından izlediğimi hissediyorum. Böyle zamanlarda parkta kuma serilmiş, önündeki oyuncaklarla oyalanmak yerine kocaman gözleriyle çevresine bakan bir çocuğa benzetiyorum kendimi; sanki bu dünyada sadece bir gözlemciymişim gibi. Hep uzaktan izleyeceğim burayı, hiçbir şeye kızmadan, hiçbir şeyle hesaplaşmadan. Kimi zamansa, anlık da olsabir gözlemcinin iç huzuruna sahip oluyorum. Gördüğüm, kokusunu aldığım şeylerin ne kadar saf, hayatın aslında ne kadar basit ve akışkan birşey olduğunu düşünüyorum. İşte böyle, hayatı bir Philip Glass bestesi tadında algıladığım zamanlarda birden fiziksel dünyada öyle birşey oluyor ki görünmez bir el tarafından cezalandırıldığımı düşünüyorum. Bir an bile olsa hayatın, onu yaşayanlarla kusursuz bir uyum içinde olduğunu düşündüğüm için cezalandırıldığımı. Bu cereyan eden olay, romantik filmin mutlu sonunda kusursuz aşkı bulmuş esas kadının esas adama doğru sevinçle koşarken yoldaki taşa takılıp düşmesine benziyor. Büyü tam da doruk noktasına ulaşmışken hiç hesaba katılmayan çirkin bir taş yüzünden altüst oluyor. (Bazı filmler çirkin ayrıntıları hesaba katmazlar. Çirkinlik onların dünyasında ancak yanında durduğu güzelliğin daha da güzel görünmesini sağladığı sürece var olur. Bu filmler, çocukluğumuzdan beri hepimizi korkunç bir yanılsamanın içine salıveren yalancılardır.) Halbuki kadının ayağına takılan taş, esas adamla kadının aşkından bile daha gerçektir.
Ya benim dünyamdaki çirkinlikler? Yoluma çıkıp düşmeme mi sebep oluyorlar sadece? Yoksa filmlerdeki gibi mutlu hissettiğim zamanları olduğundan daha mı güzel görmemi sağlıyorlar? Bilmiyorum. Ama şu aralar bunu düşünüyorum.

Bu yazı da soru işaretiyle bitsin.

1 yorum:

  1. hello hello, ben okuyorum yazıları mütemadiyen, takipteyim yani, daha çok yaz ben de yapayım yorum :)

    YanıtlaSil