24 Ekim 2010 Pazar

Mavi Defterler

Şimdikinden daha genç bir dünyada, çok genç birini tanımıştım bir zamanlar. Uzun uzun yürümeyi seven biriydi. Hayatına girenlerin yıkıntılarını toplayan biriydi. Sevdiklerinin hayal kırıklıklarını, acılarını, utançlarını alıp biriktirmeye başladı o genç yaşında. Ceplerine doldurdu birbir hepsini. Kim girdiyse hayatına hep hafifleyip çıktı. Önce cepleri taştı, elleri ve kolları.. Biriken yıkıntılardan, kireç taşları, mermer ve tuğlalardan kambur oldu sonunda. Gün geçtikte yaşlanır oldu, yaşlandıkça kamburu büyür oldu. Gün geldi kamburundan utanır oldu, artık uzun uzun yürüyemez, kimselerin yıkıntılarını yüklenemez oldu. Kamburunu görenler ondan kaçmaya başladı; yüzüne gülen, elini tutan kimse kalmadı zaman içinde. Pişmanlıkla büyüyen kamburunun altında, bir zamanlar sevdiklerinin yıkıntılarını da alıp yanına terketti o eski şehri. Şehirden uzakta geniş, yeşil bir meydana geldi ağır aksak yürüyerek. Kamburundan tek tek söküp çıkardı topladığı acıları. Büyük ızdıraplar çekti günler boyu. Söküp çıkardığı yıkıntılardan devasa bir kale ördü kendine sonra. Kabuk bağlamış yaralarıyla kalenin içine girdi. Demirden kapıyı sıkıca kilitledi.

Civardaki köylüler her gün çaresizce kalenin devasa duvarlarına tırmanıp tonlarca ağırlıktaki kapısını zorlamaya çalışırken sakat kalan insanlar görmüşler. Bir söylentiye göre onlar çok eskiden tanıdıkları genç birinden yıkıntılarını almaya gelmişler. Bu yaşlı insanlar gitgide acılarını, utançlarını, ve tüm hayal kırıklıklarını unuttuklarını farketmiş, hayatlarının kocaman bir boşluk olduğunu görmenin telaşıyla emanetlerinin peşine düşmüşler. Lakin yıkıntılarını onlardan çalan cani kalenin kapısını hiçbirisine açmazmış. Artık ölmek üzere olan, hayatının anlamını kaybetmiş bu zavallılar acılarına kavuşmak için kalenin kapısında günlerce bekleşip durmuşlar. Başka bir söylentiye göre caninin, çaldığı bütün yıkıntıları tek tek yazıp sakladığı kocaman mavi bir defteri varmış. Yine söylentiye göre o devasa defteri kalenin üstünden mavi dumanlar yükselterek her gece yakar, sonra her sabah oturup baştan yazarmış...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

derin nefes al, aziz istanbul!

uyku, deniz, kitap, birbirine çelme takan huzursuz düşünceler, ama en çok da uykuyla geçen tatilimin ardından tıngır mıngır evime dönerken, istanbul (çok afedersiniz) ahır gibi kokan otobüsleri, pişkin şoförleri, sıcağı, trafiği ve gürültüsüyle bana pek hoş bir karşılama töreni hazırlamış. bilmemne turizmin esenler-beşiktaş servisini ele alalım mesela. servis tıka basa dolmasına ve kalkış saati gelmiş de geçmiş olmasına rağmen yolcular kızgın güneşin altında 15 dk bekletilir. servis nihayet kalktıktan sonra anlaşılır ki otobüsün ne havalandırması ne de kliması çalışmaktadır. yolcular hafiften isyana başlayınca önce uzun bir oooff çeken şoförün tavsiyesi şudur: sıcakladıysanız derin nefes alın! ey istanbula tepeden bakanlar, onu gözü kapalı dinleyenler! tepeden baksaydım, bi de üstüne gözlerim kapalı olsaydı bugün belki ben de istanbul'u sevebilirdim. ama yok, bugün günümde değilim.

yazının başında karamsar bir tablo çizmiş olsam da her şey yerli yerinde sayılır aslında. apartmanın kapısını yine açık bırakmışlar (bu durumdan en çok ben ve 3. katta oturan teyze muzdarip, açık bırakanları yakalarsak feci döveceğiz). güzel şeyler de var tabii. afşın hastası olduğum sıkma portakal sularından tam 4 şişe almış mesela. üstüne bi de eylülde italyaya gidelim diyor. olur mu olur!

tembel blog yazarınız sukedisi

3 Mart 2010 Çarşamba

nefes

Fotoğraf: Toni Frissell

Doğdum. Uyandım. Boğuldum. Hangisi? Derinleşen yaşantının acısı, yüzeyin sönük cazibesi. Zaman bu yaşantıdan payına düşeni istemeden oysa, gergin ayaklarımı ümitsiz bir ok gibi saplamaya çalışmıştım koynuna. Tüm korkunç tutunma gayretleri. Şimdiyse, yüzümü bir emanet gibi teslim ediyorum dehlizi bol bu evrene. Ruhum sizin, nefesim benim.

1 Mart 2010 Pazartesi

yazmamam üzerine

blogumun topu topu 3-5 okuyucusu vardı; onları da kaybetmek üzereyim. bir süredir yazmaya değecek birşey düşünmedim/hissetmedim diyebilirim ama bu ne kadar inandırıcı? satın aldığım kıytırık bir kahve makinesi hakkında bile yazabiliyorken, son 2 haftadır bahsetmeye değecek hiçbir şey olmaması mümkün mü? belki kendimi son günlerde elime geçen her şeyi okumaya verdiğimden iç dünyamı başkalarının harfleriyle o kadar doldurdum ki, benimkilere yer kalmadı. şimdi yazınca en mantıklı açıklama bu gibi gözüküyor. evet.
herneyse. bloguma yazmamamla ilgili aldığım birkaç eleştiri üzerine bir cin fikirlilik yapıp 'yazmamam üzerine' yazıyorum. böylece bloga girenler hiç değilse yeni bir post görüp benden iyice ümidi kesmemiş olacaklar.
bugüne gelecek olursak. sıradan bir pazartesi sabahı. sabah kahvemi içiyorum, ayılmak için. pazartesileri büyük hüsranlar yaratmaz bende, kendimi en kötüsüne çoktan hazırlanmışımdır.

bugün de başlasın o zaman bakalım.

16 Şubat 2010 Salı

profesyonel

birinin sizi yıllar boyunca izlediğini düşünün. 22 yaşındasınız. büyük harflerle, büyük cümlelerle konuşuyorsunuz. uluorta hem de. düzeni eleştiriyorsunuz. kendinizden emin, umut dolusunuz. büyüyorsunuz. baş döndürücü bir hızla hem de. evleniyorsunuz, çocuğunuz oluyor. siz, bir sanatçısınız. kimileri için tehlikelisiniz. çalışıyorsunuz. yaşıyorsunuz. dostlarınızla bir içki sofrasında ardı arkası kesilmeyen hikayeler eşliğinde sabahlıyorsunuz. yalnız değilsiniz. gittiğiniz otellerde, lokantalarda, barlarda ve uzun tren yolculuklarında sizi devamlı izleyen, ardınız sıra unuttuğunuz şemsiyeleri, çakmakları, şapkaları toplayan birisi var. her kimse bu yabancı, isteğiniz dışında sizin kişisel tarihinizi yazıyor. ve sizin bir türlü zaman bulup da yazamadığınız bütün kitapları...

ne olurdu, orta yaş merdiveninin trabzanlarına dayanmışken siz, bu yabancı birgün çalışmakta olduğunuz ofise dalsaydı, elinde sizin geçmişinizle dolu koca bir bavulla?

bu sezon devlet tiyatroları'nda sergilenen "profesyonel"den bir soru:

insanın geçmişi değişebilir mi?

29 Ocak 2010 Cuma

gönülçelen mr. salinger

bir kitap okudum; hayatım değişmedi. ama dünyanın en tuhaf çocuğunu tanıdım. 14 yaşındaydım. hikayesi anlatılan çocuk da aşağı yukarı o yaşlarda olmalıydı, belki biraz daha büyük. arayışlar çağındaydım. her sabah uyandığımda hayatımı baştan kurgulayasım gelirdi. ipleri elinde tutan bir kukla oynatıcısı gibi. sanki hayat böyle birşeymiş gibi. insanlara baktığımda sadece kendimi görüyordum. tuhaf çocuk ise sahteliklerini. kitabı okudum; hayatım değişmedi. ama bir süre duruldum. o yaşlarda bu bile birşeydir.

çavdar tarlasında çocuklar'ın (orijinal ismi "the catcher in the rye"; "gönülçelen" diye de çevrilmiş türkçeye) yazarı J.D. Salinger ölmüş.

uyandığımda hava yine karanlıktı bugün. garip bir şekilde hala karanlık. güne güzel haberlerle başlama zamanı değil belli ki.

yeniden j.d. salinger okuma zamanıdır belki.

18 Ocak 2010 Pazartesi

hiçbir şey düşünmeme sanatı

yanlış anlaşılmasın efendim. gün içinde düşündüğüm her şeye "hede sanatı, hödö sanatı" gibi isimler takma huyum yoktur. bu başlığın sebebi kelime dağarcığımın kıtlığı, ya da sabah sabah aklıma başka kelime gelmemesidir.
bu hiçbir şey düşünmeme sanatını dün gece uyku tutmayınca uygulamaya çalışmama rağmen muvaffak olamadım. halbuki kendisinin beni daha önce pek çok uykusuz geceden, sırf beynimi durduramadığım için cereyan eden pek çok hezeyandan kurtarmışlığı vardır. dün gece işe yaramamasının sebebiyse hafiften baş gösteren mide rahatsızlığım olsa gerek. sonuç olarak dün gece uyku tutmayınca, beynim yine durmayınca, hiçbir şey düşünmeme sanatı da işe yaramayınca kafama üşüşen yüzlerce düşünceden biri de bloguma bununla ilgili bir yazı yazmaktı.
çok basit bir sırrı var aslında sanatımızın: odaklanmak. ama o hep beyninizi kemiren düşüncelere değil, etraftaki herhangi başka bir şeye. odaklanmanın başka bir püf noktası ise, odaklandığınız şeyin üzerine asla düşünmemek. mesela gece yatağınızdasınız. etraf sessiz. dışarıda inceden yağan yağmurun, yağmur yağmıyorsa gecenin içinden gelen başka bir sesin varlığına odaklanabilirsiniz. bu sesin mümkün olduğunca düşük volümlü olması,ve tabii ki dikkatinizi dağıtacak kadar rahatsız edici olmaması gerekiyor. odaklanmanız gereken şey şu: o ses hep orada. odaklandığınız şey ise o sesin varlığı, ve sizin o sesi duyuyor olmanız. gözleriniz kapalı ve bir ses duyuyorsunuz. çalışan tek organınız kulaklarınız. beyniniz uzun zaman önce inzivaya çekilmiş. (beyninizin berrak bir derenin dibinde yatan, yerinden oynatılamayacak kadar ağır bir taş olduğunu, ve üzerinden serin suların sakince süzüldüğünü hayal edebilirsiniz. özellikle yağmura odaklandığınızda bu oldukça işe yarıyor.) o sesin nereden geldiği, alçalıp yükselmesi, sizin neden o sesi dinlediğiniz önemli değil. hiçbir düşünce yok. sadece ses var.
sese odaklanamam, iyice uykum kaçar diyenlere gözlerini sıkı sıkı kapatıp, sonra göz kapaklarını hafifçe gevşetip karanlığın içinde kımıldayan şekillere odaklanmalarını tavsiye edebilirim. bir önceki örnekte kulaklarınız için geçerli olan şey bu sefer gözleriniz için geçerli. gözleriniz kapalı ve sadece göz kapaklarınızın önünde yanıp sönen şekiller var. hiçbir düşünce yok.

uyku bir yandan basit, bir yandan karmaşık birşey aslında. düşünmeyi durduramamaktan kaynaklanan uykusuzlukta, sırf bir dakika bile beyninizi boşaltmayı başarabilirseniz ne olduğunu anlamadan uykuya dalıyorsunuz.

maksat koyun saymaya alternatif olsun.

17 Ocak 2010 Pazar

no surprises

acıbademli kahveyi seviyorum. ve radiohead'i. ve yolda üşüyerek yürüyen siyah saçlı dalgın bakışlı kadınları. sebep yokken üstelik.
birden kayboluyor hepsi sonra. yine sebep yokken. her şeyin çok basit bir açıklaması var belki, herzamanki gibi. bu anı daha önce yaşamıştım diyorum.iki sene önce başka bir blog'da yazmıştım aynı cümleyi. "her şeyin çok basit bir açıklaması olabilir." pazar günü çalışıyor olmak gibi. ya da daha genç olduğum günleri özlemek gibi. ya da radyoda no surprises çalması gibi. neyse ki basit de olsa açıklamalara daha az ihtiyaç duyuyoruz büyüdükçe. mi acaba?
halbuki anlaşılmak en zayıf noktamız hala.


işe dönmem gerek. geç bile kaldım.
bu yazı da eksik kalsın.

16 Ocak 2010 Cumartesi

kahve sevgisi

kahve tutkum dizginlenemez bir hal alınca annemle carrefour'a 10 saniyede süper köpüklü kahve yaptığı iddia edilen türk kahvesi robotlarından almaya gittik. paraya kıyıp arzum'un "kahwe" isimli robotundan aldık. reklamları güzel ya. bi de kahvenin "v"sini boşuna "w" diye yazmamıştır adamlar, kesin ultra teknolojik birşeydir diye düşünüyor insan. ( "w"den kıllanmam gerektiğini sonradan anlayacaktım, batılı türk kahvesi robotu mu olurmuş?)
herneyse, bu güzide markamızın güzide robotunu satın almamızla iade etmemiz arasında 24 saat bile geçmedi. kendisi tam bir hayal kırıklığıydı. cezvede eski usül yaptığımda koyduğum kahvenin iki katını boca etmeme rağmen robotumuz köpüklü kahve yapma konusunda sınıfta kaldı. üstelik umduğum gibi süper teknolojik falan da değildi. kahveyi koyduktan sonra ısınırken sürekli karıştırmak gerekiyordu. ve karıştırmama rağmen bütün telve dibinde kalıyordu, köpük möpük hak getire tabi. neyse ki carrefour çirkefe yatmayıp robotu geri aldı ve paramızı iade etti.
bunun üzerine kızının sükut-u hayalini bir nebze olsun hafifletmek isteyen biricik validem kadıköy'de bir dükkandan 3,5 TL'ye yeni bir kahve robotumsu almış. markası tual mi ne öyle birşey, aslanlar gibi de "made in turkey". plastik bir robot kendisi. kapağı dokunsan kırılacakmış gibi duruyor. başka bir özelliği ise düğmesinin olmaması. fişe takınca çalışmaya başlıyor, fişten çekince duruyor. kahveyi acaip hızlı ve köpüklü (evet köpüklü!) yapıyor. çalışırken tıraş makinesine benzer bir ses çıkarıyor ve yürüyor (evet yürüyor, tıpkı vadesi dolmuş çamaşır makineleri gibi). bu yüzden robot çalışırken bir elin tutup düşmesin diye sabitlemesi, diğer elin ise kahve taşmasın diye fişte durması gerekiyor.
bu yazının anafikrine gelecek olursak dostlar: bu robot beni pek mutlu etti. güzel değil belki, teknolojik değil belki ama olsun. kahveyi hızlı mı hızlı köpüklü mü köpüklü yapıyor mu, yapıyor. olay budur. bugün yine kahveye doyamadım, dördüncü fincanımı içiyorum. afiyet olsun dediğinizi duyar gibiyim.

sevgiler.


sonradan gelen edit: afşın küçük sevimli robotumun kanserojen olduğunu iddia ediyor dostlar. bu işin aslını astarını bir an önce araştırmalıyım. yıkıldım.

6 Ocak 2010 Çarşamba

so so

Bazen dünyayı ince bir sis duvarının arkasından izlediğimi hissediyorum. Böyle zamanlarda parkta kuma serilmiş, önündeki oyuncaklarla oyalanmak yerine kocaman gözleriyle çevresine bakan bir çocuğa benzetiyorum kendimi; sanki bu dünyada sadece bir gözlemciymişim gibi. Hep uzaktan izleyeceğim burayı, hiçbir şeye kızmadan, hiçbir şeyle hesaplaşmadan. Kimi zamansa, anlık da olsabir gözlemcinin iç huzuruna sahip oluyorum. Gördüğüm, kokusunu aldığım şeylerin ne kadar saf, hayatın aslında ne kadar basit ve akışkan birşey olduğunu düşünüyorum. İşte böyle, hayatı bir Philip Glass bestesi tadında algıladığım zamanlarda birden fiziksel dünyada öyle birşey oluyor ki görünmez bir el tarafından cezalandırıldığımı düşünüyorum. Bir an bile olsa hayatın, onu yaşayanlarla kusursuz bir uyum içinde olduğunu düşündüğüm için cezalandırıldığımı. Bu cereyan eden olay, romantik filmin mutlu sonunda kusursuz aşkı bulmuş esas kadının esas adama doğru sevinçle koşarken yoldaki taşa takılıp düşmesine benziyor. Büyü tam da doruk noktasına ulaşmışken hiç hesaba katılmayan çirkin bir taş yüzünden altüst oluyor. (Bazı filmler çirkin ayrıntıları hesaba katmazlar. Çirkinlik onların dünyasında ancak yanında durduğu güzelliğin daha da güzel görünmesini sağladığı sürece var olur. Bu filmler, çocukluğumuzdan beri hepimizi korkunç bir yanılsamanın içine salıveren yalancılardır.) Halbuki kadının ayağına takılan taş, esas adamla kadının aşkından bile daha gerçektir.
Ya benim dünyamdaki çirkinlikler? Yoluma çıkıp düşmeme mi sebep oluyorlar sadece? Yoksa filmlerdeki gibi mutlu hissettiğim zamanları olduğundan daha mı güzel görmemi sağlıyorlar? Bilmiyorum. Ama şu aralar bunu düşünüyorum.

Bu yazı da soru işaretiyle bitsin.

2 Ocak 2010 Cumartesi

genç bir işadamına

afşın'ın okuduğu bir kitap var, "genç bir işadamına" diye. afşın onu okurken ben de aylardır çantamda süründürdüğüm bir polisiye romanı bitirmeye çalışıyordum. kitapta ilgisini çeken yerleri arada bana da okuyordu. başlığından çok klişe bir kitap olduğunu düşündürtmüştü bana "genç bir işadamına". nasıl zengin olunur temalı bir kitap sanmıştım. internette yaptığım küçük bir araştırmadan sonra anladım ki meğerse çok cahilmişim, kitap çoktan bir grup insan arasında kült olmuş. adından da anlaşılacağı gibi yolun başındaki genç işadamına öğütler veriyor kitap. kimlerle iş yapılır, sosyete arasında nasıl davranılır, nerede ev tutmak etkileyici olur, kimlerle hangi konulardan konuşulur gibi birbirinden farklı onlarca konuda öğütler. afşın'ın arada bana okuduklarından çıkardığım kadarıyla "başarı"yı her şeyin önüne koyuyor bu kitap; hatta kitabın düşünsel akrabalarından biri olabilecek, bencilliği yücelten objektivist felsefedeki biricik "ben"in bile önüne koyuyor.
geçen gün mutluluk üzerine bir yazı yazmıştım. şimdikini yazmamın sebebi ise mutluluğa atfedilen önemin eleştirisine yer vermek. kitabın yazarı emre yılmaz'a katıldığımdan değil, sadece farklı bir bakış açısından da bahsetmek için.
kitapta yazar birçok konuda olduğu gibi mutluluk üzerine de düşüncelerini yazmış. ilgimi çektiği için o bölümü okudum. düşünceleri özetle şöyle: yazar, mutlu olmak için verilen çabaları zaman kaybı olarak görüyor. kendimizi mutlu etmek için zamanımızı ve enerjimizi harcarken, mutluluktan daha değerli olanı, "başarı"yı ıskalarız ve hayatımızın sonunda kendimizi mutsuz ve başarısız bir "hiç" olarak buluruz. çünkü kalıcı olan mutluluk gibi uçucu ve anlık duygular değil; başarı, saygınlık, para gibi sürdürülebilir ve kalıcı olanlardır. mutluluğu yakalasak bile elimizden kayıp gidecektir, kazanılan başarılar ve para ise geleceğimizin garantisidir. bu yüzden mutluluk gibi garantisi olmayan birşeyin peşinden koşmak salaklıktır.
bu kitap şu aralar okuma listemde birinci sırada. belki bazı düşüncelerimin antitezi olduğundandır, bilmiyorum.
bu yazıyla yazarlık kariyerimde (!) bir ilki başardım ve tamamını okumadığım bir kitap hakkında yazdım. artık köşe yazarı olmaya hazırım.

böyleyken böyle.