22 Haziran 2011 Çarşamba

misery is a butterfly

fotoğraf: quad productions & wizz



hayat. geç kalmalar. zorunluluklar. hep dışa doğru esneyen mesai saatleri. dışarısı bizim. dışarısı bizim değil. mezunlar günü vardı pazar günü, et kokusu ve marka stantları arasına sıkıştırılmış bir hengame. tanıdık yüzler ve enine genişlemiş bedenler. hayat bu artık çoğumuz için. bedeni dinç tutmaktan uzak bir koşuşturmaca. çok çalışmaca, ego savaştırmaca, ayak kaydırmaca, para kazanmaca. alışan var bu yeni oyun düzenine, alışamayan var. hep olduğu gibi.


yaşımız geldi demek artık. kimimiz oyunu devam ettirirken kimimiz akşamları gözlerini boşluğa dikip kelebekleri izleyecek. uykuya dalmayı ve birinin ona daha önce kimsenin vermediği bir rüya vermesini bekleyecek.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

vs

şu aralar bünyeme iyi gelen şeyler:

baharın getirdiği envai çeşit koku
dün izlediğim film (little miss sunshine)
açık radyo
kurtlarla koşan kadınlar
terapi
manzara
buz gibi kahve
erguvanlar
deniz kokusu
egoistokur
the cinematic orchestra
explosions in the sky
olafur arnalds
müzik müzik müzik..

şu aralar canımı sıkan şeyler:

içememek
üsküdardaki parti stantları
istemediğim dozda politikaya ve politikacıya maruz kalmak
sıcakta minibüs beklemek
mafya filmleri
ofis havası
her pazar yapmam gereken sıkıcı işler çıkması
yazamamak
gülecek birşey bulamamak
vs..

12 Ocak 2011 Çarşamba

Delay

2010’da Max Richter’in The Blue Notebooks’undan sonra en çok dinlediğim albüm Julia Kent’in Delay’i oldu. Albümde favori iki parçamdan biri olan Elmas’ı tesadüfen duymuş, albümü de spor olsun diye indirmiştim. Çellonun sesine hayranlığım yeni olmasa da solo çello albümleriyle nedense ilgilenmemiştim. Bu kadar “kentli” ve halet-i ruhiyeme iyi gelecek bir albümü daha önce keşfetmemem yazık olmuş. Albümün bende yarattığı ilk hissiyat gerilimli bir “gidememe” duygusu oldu. Hep birşeylere geç kalmış, yayların arasında sıkıştığı yerden kurtulmaya çalışan, sonunda yine çaresizce kendini tekrarlayan kentli ruhlar. Ben de albümün bünyemde yarattığı genel konsepte uygun olarak albümü 3 sene geç dinledim. Arlanda’ya hayran kaldım. Sonuç olarak, Delay bana iyi geldi. Demek ki dünyada böylesine güzel albümler yapılıyor. Ne mutlu bize.

24 Ekim 2010 Pazar

Mavi Defterler

Şimdikinden daha genç bir dünyada, çok genç birini tanımıştım bir zamanlar. Uzun uzun yürümeyi seven biriydi. Hayatına girenlerin yıkıntılarını toplayan biriydi. Sevdiklerinin hayal kırıklıklarını, acılarını, utançlarını alıp biriktirmeye başladı o genç yaşında. Ceplerine doldurdu birbir hepsini. Kim girdiyse hayatına hep hafifleyip çıktı. Önce cepleri taştı, elleri ve kolları.. Biriken yıkıntılardan, kireç taşları, mermer ve tuğlalardan kambur oldu sonunda. Gün geçtikte yaşlanır oldu, yaşlandıkça kamburu büyür oldu. Gün geldi kamburundan utanır oldu, artık uzun uzun yürüyemez, kimselerin yıkıntılarını yüklenemez oldu. Kamburunu görenler ondan kaçmaya başladı; yüzüne gülen, elini tutan kimse kalmadı zaman içinde. Pişmanlıkla büyüyen kamburunun altında, bir zamanlar sevdiklerinin yıkıntılarını da alıp yanına terketti o eski şehri. Şehirden uzakta geniş, yeşil bir meydana geldi ağır aksak yürüyerek. Kamburundan tek tek söküp çıkardı topladığı acıları. Büyük ızdıraplar çekti günler boyu. Söküp çıkardığı yıkıntılardan devasa bir kale ördü kendine sonra. Kabuk bağlamış yaralarıyla kalenin içine girdi. Demirden kapıyı sıkıca kilitledi.

Civardaki köylüler her gün çaresizce kalenin devasa duvarlarına tırmanıp tonlarca ağırlıktaki kapısını zorlamaya çalışırken sakat kalan insanlar görmüşler. Bir söylentiye göre onlar çok eskiden tanıdıkları genç birinden yıkıntılarını almaya gelmişler. Bu yaşlı insanlar gitgide acılarını, utançlarını, ve tüm hayal kırıklıklarını unuttuklarını farketmiş, hayatlarının kocaman bir boşluk olduğunu görmenin telaşıyla emanetlerinin peşine düşmüşler. Lakin yıkıntılarını onlardan çalan cani kalenin kapısını hiçbirisine açmazmış. Artık ölmek üzere olan, hayatının anlamını kaybetmiş bu zavallılar acılarına kavuşmak için kalenin kapısında günlerce bekleşip durmuşlar. Başka bir söylentiye göre caninin, çaldığı bütün yıkıntıları tek tek yazıp sakladığı kocaman mavi bir defteri varmış. Yine söylentiye göre o devasa defteri kalenin üstünden mavi dumanlar yükselterek her gece yakar, sonra her sabah oturup baştan yazarmış...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

derin nefes al, aziz istanbul!

uyku, deniz, kitap, birbirine çelme takan huzursuz düşünceler, ama en çok da uykuyla geçen tatilimin ardından tıngır mıngır evime dönerken, istanbul (çok afedersiniz) ahır gibi kokan otobüsleri, pişkin şoförleri, sıcağı, trafiği ve gürültüsüyle bana pek hoş bir karşılama töreni hazırlamış. bilmemne turizmin esenler-beşiktaş servisini ele alalım mesela. servis tıka basa dolmasına ve kalkış saati gelmiş de geçmiş olmasına rağmen yolcular kızgın güneşin altında 15 dk bekletilir. servis nihayet kalktıktan sonra anlaşılır ki otobüsün ne havalandırması ne de kliması çalışmaktadır. yolcular hafiften isyana başlayınca önce uzun bir oooff çeken şoförün tavsiyesi şudur: sıcakladıysanız derin nefes alın! ey istanbula tepeden bakanlar, onu gözü kapalı dinleyenler! tepeden baksaydım, bi de üstüne gözlerim kapalı olsaydı bugün belki ben de istanbul'u sevebilirdim. ama yok, bugün günümde değilim.

yazının başında karamsar bir tablo çizmiş olsam da her şey yerli yerinde sayılır aslında. apartmanın kapısını yine açık bırakmışlar (bu durumdan en çok ben ve 3. katta oturan teyze muzdarip, açık bırakanları yakalarsak feci döveceğiz). güzel şeyler de var tabii. afşın hastası olduğum sıkma portakal sularından tam 4 şişe almış mesela. üstüne bi de eylülde italyaya gidelim diyor. olur mu olur!

tembel blog yazarınız sukedisi

3 Mart 2010 Çarşamba

nefes

Fotoğraf: Toni Frissell

Doğdum. Uyandım. Boğuldum. Hangisi? Derinleşen yaşantının acısı, yüzeyin sönük cazibesi. Zaman bu yaşantıdan payına düşeni istemeden oysa, gergin ayaklarımı ümitsiz bir ok gibi saplamaya çalışmıştım koynuna. Tüm korkunç tutunma gayretleri. Şimdiyse, yüzümü bir emanet gibi teslim ediyorum dehlizi bol bu evrene. Ruhum sizin, nefesim benim.

1 Mart 2010 Pazartesi

yazmamam üzerine

blogumun topu topu 3-5 okuyucusu vardı; onları da kaybetmek üzereyim. bir süredir yazmaya değecek birşey düşünmedim/hissetmedim diyebilirim ama bu ne kadar inandırıcı? satın aldığım kıytırık bir kahve makinesi hakkında bile yazabiliyorken, son 2 haftadır bahsetmeye değecek hiçbir şey olmaması mümkün mü? belki kendimi son günlerde elime geçen her şeyi okumaya verdiğimden iç dünyamı başkalarının harfleriyle o kadar doldurdum ki, benimkilere yer kalmadı. şimdi yazınca en mantıklı açıklama bu gibi gözüküyor. evet.
herneyse. bloguma yazmamamla ilgili aldığım birkaç eleştiri üzerine bir cin fikirlilik yapıp 'yazmamam üzerine' yazıyorum. böylece bloga girenler hiç değilse yeni bir post görüp benden iyice ümidi kesmemiş olacaklar.
bugüne gelecek olursak. sıradan bir pazartesi sabahı. sabah kahvemi içiyorum, ayılmak için. pazartesileri büyük hüsranlar yaratmaz bende, kendimi en kötüsüne çoktan hazırlanmışımdır.

bugün de başlasın o zaman bakalım.